Kapitalistler arasındaki rekabetle bağlantılı olarak, kar dürtüsü,
sermaye birikimi ve kullanımında dengesizliğe yol açar ki, giderek daha
da şiddetlenen bunalımların nedeni budur. Sınırsız rekabet, büyük ölçüde
emek israfına ve bireylerde toplumsal bilinç tahribine neden olur.
Ben, bireylerdeki bu tahribatı, kapitalizmin en korkunç kötülüğü olarak görüyorum...
Bu
büyük kötülükleri saf dışı edecek tek bir yol dlduğuna inanıyorum. Bu
yol, toplumsal hedeflere yöneltilmiş bir eğiti,m sisteminin eşlik
edeceği sosyalist bir ekonominin kurulmasıdır...
Ekonomik ve toplumsal konularda uzman olmayan birinin sosyalizm
hakkında görüş bildirmesi doğru mudur? Ben buna birkaç neden yüzünden
evet diyorum.
Gelin, bu soruyu önce bilimsel bilgi açısından değerlendirelim. İlk
bakışta astronomi ve ekonomi arasında önemli yöntemsel farklılıklar
görülmeyebilir. Her iki alanda da bilim adamları kısıtlı sayıdaki
görüngülerin (fenomen) aralarındaki bağlantıları mümkün olduğu kadar
anlaşılır yapmak için genel kabul görecek yasalar keşfetmeye çalışırlar
Fakat aslında yöntemsel farklar vardır.
Ekonomi alanında genel kabul gören yasaların keşfedilmesini
zorlaştıran gözlemlenecek ekonomik görüngülerin(fenomen) pek çok
faktörden etkilenmeleri ve bu etkilerin tek başlarına
değerlendirilememesidir. Ayrıca, -hepimzin bildiği gibi- insanlık
tarihinde ‘uygar dönem’ in başlangıcından bu yana edinilen deneyimler
özünde ekonomik olmayan faktörlerden etkilenip kısıtlanmıştır.
Örneğin, birçok büyük devlet şekli varlıklarını fetihlere
borçludurlar. Fetheden halklar, kendilerini fethettikleri ülkenin -yasal
ve ekonomik olarak- ayrıcalıklı sınıfı yapmışlardır. Toprak sahipliğini
tekellerine geçirmişler ve ruhani gurubu kendi aralarından
belirlemişlerdir. Eğitimi kontrol eden bu rahipler, toplumdaki sınıf
ayrımını kurumlaştırmışlar, insanların bundan sonra –çoğunlukla
bilinçsizce- toplumsal davranışlarını yönlendirecek bir değerler sistemi
yaratmışlardır.
Ama bu tarihi geleneğin geçmişte kalmış olmasına rağmen, Thorstein
Veblen ‘in insanın gelişimindeki ‘yağmacı dönemi’ diye adlandırdığı
dönemi henüz hiçbir yerde aşabilmiş değiliz. Algılanabilen ekonomik
gerçekler bu döneme aittir ve bunlardan oluşturabileceğimiz yasalar bile
başka dönemlere uygulanamaz. Sosyalizmin gerçek amacı insan gelişiminin
bu yağmacı dönemini yenmek ve onu aşmak olduğu için, bugünkü ekonomi
bilimi, geleceğin sosyalist toplumuna çok az ışık tutabilir.
Ayrıca, sosyalizm toplumsal-etik bir amaca yönelmiştir. Oysaki bilim
amaç yaratamadığı gibi insanlara da aşılayamaz: Bilim olsa olsa belirli
amaçlara ulaştıracak araçları sunar. Fakat bu amaçlar yüksek etik
ülküler taşıyan kişilikler tarafından düşünülürler. Eğer bu amaçlar ölü
doğmamışlar da canlı ve güçlülerse, toplumun ağır gelişimini kısmen
bilinçsizce belirleyen sayısız insanlar tarafından üstlenilip geleceğe
taşınacaklardır.
Bu nedenlerden dolayı uyanık olmalıyız ve konu insan sorunları olduğu
zaman bilime ve bilimsel yöntemlere fazla değer vermemeliyiz. Ayrıca,
toplum düzeni hakkındaki sorulara da sadece uzmanların fikir belirtme
hakları olduğunu düşünmemeliyiz.
Uzun zamandır sayısız sesler, toplumun bir kriz geçirdiğini ve
dengesinin ciddi şekilde bozulduğunu ileri sürdü. Bu tür durumların
özelliği, bireylerin ait oldukları; küçük veya büyük topluluğa karşı
ilgisiz kalması veya belki de düşmanca bir tavır almasıdır. Bu konuda
kendi bir deneyimim: Kısa bir süre önce zeki ve dost tavırlı bir beyle
insanoğlunun varlığını ciddi şekilde tehdit edeceğini düşündüğüm yeni
bir savaş tehlikesini konuştum ve bu tehlikeye karşı sadece uluslar üstü
bir kurumun güvence sağlayabileceğini söyledim. Bunun üzerine konuğum,
sakin bir tavırla şunları söyledi: “İnsanlığın yok olmasına neden bu
denli karşı çıkıyorsun ki?”
Eminim ki, yüz yıl önce hiç kimse bu tür bir fikri böylesine kolay
beyan edemezdi. Bu cümle, kendi iç dengesini kurmak için boşuna
çabalayan ve başarma ümidini az çok kaybetmiş bir insana aittir. Bu
sözler, bugün birçok insanın yaşadığı acılı yalnızlaşma ve tecridin
ifadesidir. Bunun nedeni nedir? Kurtuluş yolu var mıdır?
Bu tür soruları sormak kolaydır ama kesin olarak cevaplamak çok
zordur. Duygularımızın ve uğraşılarımızın birbiriyle çeliştiğinin,
müphemliğinin ve basit formüllerle açıklanamayacağının bilincinde olmama
rağmen, elimden geldiğince cevaplamaya çalışacağım.
İnsan, aynı anda hem toplumsal hem de yalnız bir varlıktır. Yalnız
bir varlık olarak kendisinin ve ona en yakın olanların varlığını
korumaya, kişisel ihtiyaçlarını tatmin etmeye ve doğuştan gelen
yeteneklerini geliştirmeye çalışır. Toplumsal bir varlık olarak da,
diğerlerinin takdir ve ilgisini kazanmaya, onların coşkularını
paylaşmaya, acılarını dindirmeye ve onların hayatını geliştirmeye
uğraşır. Sadece bu çok yönlü ve birbiriyle sık sık çelişen çabaların
varlığı insanın özelliğini teşkil eder; bunların özel bileşkesi bir
insanın ne dereceye kadar iç dengesini kurabileceğini ve toplumun
refahına katkıda bulunabileceğini belirler. Bu iki itkinin göreli
gücünün temel olarak kalıtım yoluyla belirleniyor olması olasıdır.
Fakat nihayetinde ortaya çıkan kişilik, kişinin gelişme döneminde
içinde bulunduğu çevreyle, içinde büyüdüğü toplumun yapısıyla, o topluma
ait geleneklerle ve bazı davranışların yüceltilmesiyle şekillenir.
Soyut “toplum” kavramı, insanın kendi çağdaşlarıyla ve geçmişte yaşamış
insanlarla olan doğrudan ve dolaylı ilişkilerinin toplamıdır. Kişi kendi
başına düşünebilir, hissedebilir, çabalayabilir ve çalışabilir, fakat
fiziksel, entelektüel ve duygusal varoluşu topluma öylesine bağımlıdır
ki, onu toplumun çerçevesi dışında düşünmek veya anlayabilmek
imkânsızdır. İnsana yiyecek, giyecek, ev, çalışma aletleri, dil, düşünce
kalıpları ve kafasındaki birçok şeyi sağlayan “toplum”dur. Kısa
“toplum” sözcüğünün ardında, geçmişte ve bugün milyonlarca insanın
başardığı birçok iş yatmaktadır.
Bu nedenle, insanın topluma bağımlılığı -tıpkı arılar ve karıncalarda
olduğu gibi- kolay yok edilemez bir doğal yasadır. Öte yandan,
karıncaların ve arıların hayatları boyunca yaptıkları işin detayları
katı kalıtsal içgüdülere dayanırken, insanların ilişkileri ve toplumsal
düzenleri çok farklı ve değişikliklere açıktır. Yeni bağlar kurma
yetisi, bellek ve sözlü iletişim yeteneği, insanlar arasında biyolojik
ihtiyaçlar tarafından belirlenmeyen gelişimlere yol açmıştır. Bu tür
gelişimler geleneklerde, kurumlarda, örgütlerde, edebiyatta, bilimsel ve
teknik başarılarda ve sanat çalışmalarında kendilerini gösterirler. Bu
olay, insanın kendi hayatının iplerini nasıl elinde tuttuğunu ve bu
süreçte bilinçli düşünme ile isteğin rol oynayabileceğini gösterir.
İnsan doğuştan bir biyolojik yapıya kalıtsal yolla sahip olur ve bu
değişmez. Buna, insan soyunun özelliği olan doğal etkiler de dâhildir.
Ayrıca, yaşamı boyunca gerek iletişim yoluyla, gerekse başka birçok
etkileşimle, toplumdan belli bir kültürel yapı alır. Zamanla değişmek
zorunda olan ve bireyle toplum arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde
belirleyen işte bu kültürel yapıdır. İlkel toplum diye anılan
toplumlarla yapılan karşılaştırmalı araştırmalarla, modern antropoloji,
insanların toplumsal davranışlarının, hüküm süren kültürel kalıplarla ve
toplumdaki örgütlerin yapısıyla değişebileceğini öğretmiştir bize.
İnsan kaderini iyileştirmeye çalışanlar umutlarını şuna bağlayabilir:
İnsanlar biyolojik yapıları nedeniyle birbirlerini yok etmeye veya
insafsız olmaya ve kendi yarattığı kaderin merhametine sığınmaya mahkûm
edilmemişlerdir.
İnsan hayatını elimizden geldiğince tatminkâr yapabilmek için
toplumun yapısını ve insanın davranışlarını nasıl değiştireceğimizi
kendimize sorduğumuzda, bazı koşulları değiştiremeyeceğimiz gerçeğini
sürekli aklımızda tutmalıyız. Daha önce belirttiğim gibi, insanın
biyolojik yapısı her tür pratik amaç için değiştirilemez. Ayrıca, son
birkaç yüzyıldaki teknolojik ve demografik gelişmeler,
değiştirilemeyecek bazı koşullar yaratmıştır. Daha sık nüfuslu yerleşim
bölgelerinde varlıklarını devam ettirebilmek amacıyla zorunlu olan bazı
ürünler için çok geniş bir iş paylaşımı ve daha merkezileştirilmiş
üretim mekanizması gereklidir. Bireylerin veya küçük grupların kendine
yetebildiği – geriye bakıldığında bize cennet gibi görünen- o zamanlar
artık geri gelmemek üzere geçmişte kaldı. Bugün insanların üretim ve
tüketim yapan dünya topluluğu olduğunu söylemek pek fazla bir abartı
değildir.
Şimdi geldiğim nokta, bugün yaşanan krizin nedenlerini kendimce
kısaca açıklayabileceğim noktadır: Bireyin toplumla ilişkisi. Birey,
topluma bağımlılığının her zamankinden daha fazla bilincindedir. Fakat
o, bu bağımlılığı olumlu bir yön, canlı bir bağ, koruyucu bir güç olarak
algılamaz, aksine; doğal haklarına veya ekonomik varlığına bir tehdit
olarak değerlendirir. Dahası, toplumda öyle bir konumu vardır ki,
yapısının bencil itkileri sürekli öne çıkarken, doğasında var olan
sosyal itkileri kademe kademe zayıflar. Toplumdaki yerleri ne olursa
olsun, bütün insanlar bu bozulma sürecinin acısını çekerler. Bilinçsizce
kendi bencilliklerinin mahkûmu olurken, kendilerini güvensiz, yalnız ve
hayatın saf, sade ve el değmemiş güzelliklerinden mahrum hissederler.
İnsan, yalnızca toplum içinde o kısa ve tehlikeli hayatın anlamını
bulabilir.
Kapitalist toplumun bugünkü ekonomik karmaşası bence bütün
kötülüklerin gerçek kaynağıdır. Önümüzde kocaman bir üretici topluluk
var; üyeleri ise kaba kuvvetle değil de yasal yollarla koyulan kanunlara
tam uyum içinde ortak ürettikleri ürünü birbirlerine vermemek için
durmaksızın çabalıyorlar. Bu bağlamda, üretim araçlarının -tüketim
maddeleri ve ana malın üretilmesi için gerekli olan bütün üretim
kapasitesi- yasal olarak ve çoğunlukla kişilerin özel mülkleri
olabileceği ve olduğu gerçeğini görmek gerekmektedir.
Sözlerimin daha net olması için, üretim araçlarına sahip olmayan
kişilere “emekçi” diyeceğim -aslında bu, kelimenin alışılmış kullanımına
pek uymuyor olsa da. Üretim araçlarının sahipleri, emekçilerin iş
gücünü satın alabilecek bir konumdadır. Üretim araçlarıyla emekçi,
kapitalistin malı olacak yeni mallar üretir. Bu süreçte önemli olan
nokta, gerçek değeriyle ölçüldüğünde emekçinin ürettiği ve karşılığında
aldığı para ilişkisidir. İş anlaşması “serbest” olduğu sürece, emekçinin
aldığı parayı, ürettiği malın gerçek değeri değil, en düşük düzeydeki
ihtiyaçları ve iş için yarışan emekçilerin sayısıyla ilintili olan
kapitalistin işgücü için istedikleriyle belirlenir. Emekçinin ücretinin
(ekonomik) teoride bile ürettiği malın değeriyle belirlenmemesi çok
önemli bir noktadır.
Özel sermaye, kısmen kapitalistler arasındaki rekabetten, kısmen de
teknolojik gelişmelerin ve işgücü dağılımının artmasıyla küçük üretim
bölgelerinin yok edilmesi pahasına büyüklerinin açılması nedeniyle
birkaç kişide toplanmaya eğilimlidir. Bu gelişmelerin sonucu olarak
inanılmaz güçlü bir özel sermaye oligarşisi oluşur ve demokratik olarak
örgütlenmiş toplumlar tarafından bile etkin olarak denetlenemez. Yasama
kurulunun üyeleri politik partiler tarafından seçildiği için ve bunlar
pratik amaçları için seçmeni adaydan ayırabilecek etkiye sahip olan
kapitalistler tarafından beslendikleri için olay budur. Sonuç olarak,
halkın temsilcileri aslında nüfusun ayrıcalıklı olmayan kesiminin
çıkarlarını yeterince koruyamazlar. Dahası, bu koşullar altında,
kapitalistler doğrudan ya da dolaylı olarak basın, radyo, eğitim gibi
başlıca iletişim kaynaklarını da ellerinde tutarlar. Bu sebepten,
vatandaşın nesnel sonuçlara varması ve kendi politik haklarını
kullanabilmesi çok zor; hatta birçok durumda da imkânsız olur.
Sermayenin özel sahipliğine dayanan bir ekonomideki durum, iki temel
özellikle belirlenir: Birincisi, üretim araçlarının (sermayenin)
özelleştirilmesi ve sahip olanların isteğine göre kullanması, ikincisi
de iş anlaşmasının serbest olması. Bu açıdan, doğal olarak saf
kapitalist bir toplum yoktur. Uzun ve zorlu politik mücadelelerden sonra
emekçilerin, bazı işlerde nispeten daha gelişmiş bir “serbest iş
anlaşması” elde ettikleri göz ardı edilmemelidir. Fakat bir bütün olarak
ele alındığında bugünün ekonomisinin “saf” kapitalizmden pek bir farkı
yoktur.
Üretim, kar için vardır -kullanım için değil. Çalışabilen ve bunu
isteyen herkes iş bulacaktır diye bir koşul yoktur; “işsizler ordusu”
her zaman var olmuştur. Emekçi sürekli işini kaybetme korkusu içindedir.
İşsizler ve düşük ücretli emekçiler kazanç sağlanabilecek bir pazar
olmadıkları için, tüketici mallarının üretimi kısıtlanır, böylece büyük
kıtlıklar doğar. Teknolojik gelişme insanların iş yükünü azaltacağına,
daha fazla işsizliğe neden olur. Kapitalistler arasındaki rekabetle
birleşen kar güdüsü, sermayenin toplanmasında ve kullanılmasında
dengesizliğe yol açar; bunun sonucu da tehlikeli ekonomik çöküşlerdir.
Sınırsız rekabet inanılmaz bir emek israfına ve daha önce söz ettiğim
gibi insanların toplum bilincinin felce uğramasına yol açar.
İnsanların bu şekilde felce uğratılmasını kapitalizmin en kötü yönü
olarak kabul ediyorum. Bütün eğitim sistemimiz bu kötülüğün acısını
çekiyor. Öğrenciye, abartılmış bir rekabet hissi aşılanıyor ve açgözlü
bir başarı tavrı mesleki geleceğine hazırlık olarak görülüyor.
Bu kötülüklerden kurtulabilmenin tek bir yolu olduğuna inanıyorum;
sosyal amaçlarla yönlendirilmiş bir eğitim sistemi eşliğinde sosyalist
bir ekonomi sisteminin yer edinmesidir. Bu tür ekonomide, üretim
araçlarına toplum sahiptir ve kullanımını kendileri planlayacaktır.
Toplumun ihtiyaçlarına göre üretim yapılan planlı ekonomi, işi; onu
yapabilecek insanlara dağıtacak ve her erkeğin, kadının ve çocuğun
geçimini garanti altına alacaktır. Doğuştan gelen yeteneklerinin
geliştirilmesine ek olarak, bireyin eğitimi, bugün olduğu gibi gücün ve
başarının yüceltilmesi yerine, onda diğerlerine karşı sorumluluk hissi
yaratmaya yönelik olmalıdır. Her şeye rağmen, planlı ekonominin henüz
sosyalizm olmadığını hatırlamakta yarar var. Böyle bir planlı
ekonominin, bireyin tamamen köleleştirilmesiyle yürümesi de olası.
Sosyalizm çok güç bazı sosyo-politik sorunların çözümünü gerektirir:
Politik ve ekonomik gücün yaygın şekilde merkezileşmesiyle, bürokrasinin
kendinden emin ve tek güçlü olması nasıl engellenebilir? Bireyin
hakları nasıl korunabilir ve böylece bürokrasinin gücüne karşı
demokrasinin dengeleyici güç olması nasıl sağlanabilir? Yaşadığımız bu
değişim çağında sosyalizmin amaç ve sorunlarını açıklığa kavuşturmak
büyük önem taşıyor. Bu sorunların bugünkü koşullarda açık ve engelsiz
tartışılması her zaman geçerli bir tabu olduğundan bu derginin
kurulmasını çok önemli buluyorum.
Kaynak: Makale Mayıs 1949’da ilk sayısını çıkartmış olan “Monthly
Review” adlı dergide “Why Socialism” (Neden Sosyalizm) başlığıyla
yayınlanmıştır.
Yazan: Albert Einstein
0 Yorumlar